Müvekkil Adnan Oktar’ın Tamahkârlık Konusundaki Önemli İzahları

By gundem
31 Min Read

İSTANBUL 1. AĞIR CEZA MAHKEMESİ’NE

DOSYA NO : 2024/60 E.

SUNAN : Adnan Oktar

MÜDAFİİ : Av. Mert Zorlu

KONU : Müvekkil Adnan Oktar, İslam ahlakında yeri olmayan; Allah’ın beğenmediği, bencilliği ve dünyevi menfaati esas alan bir ahlak zafiyeti olan tamahkârlık konusuna dikkat çekmektedir: Tarih boyunca her dönemde, iman eden toplumlarda bu karakterde samimiyetsiz kişiler ortaya çıkmış, menfaat hırsıyla müminlerin iyi niyetini, güzel ahlakını suistimal etmeye yeltenmişlerdir. Özellikle de zor zamanlarını fırsat bilerek, onları şeye sıkıştırabileceklerini zannetmiş, Müslümanların yaşadıkları sıkıntıları kullanarak çıkar elde etmeye çalışmışlardır.

Ancak bu davranışlar hiçbir zaman müminlere zarar verememiş; aksine onların sabır, teslimiyet ve güzel ahlaklarını artırmış, böylece ecir ve sevaplarının çoğalmasına vesile olmuştur. Tamahkâr kişiler ise yaptıklarıyla kendilerini küçültmekten, nefislerine zarar vermekten ve manevi kayıplarını büyütmekten başka bir sonuç elde edememişlerdir.

Müvekkilin bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri; Kuran ayetleri, Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleri ile Tevrat ve İncil’de yer alan benzer uyarılar ışığında Sayın Mahkemenizin takdirine sunulmaktadır.

AÇIKLAMALAR :

Müvekkil Adnan Oktar, imanı gereği gibi kavrayamayan ve asıl niyeti Kuran ahlakını yaşamak olmadığı halde, sırf çıkar elde etmek amacıyla mümin toplumlara yaklaşan; tamahkârlığı bir hayat şekline dönüştürmüş olan kimselerin çarpık anlayışına ve tarih boyunca her dönemde ortaya çıkan bu ahlak bozukluğunun tehlikesine dikkat çekmektedir.

Özellikle de Müslümanların zor anlarını fırsat bilerek samimiyetsiz ve art niyetli taleplerini dayatmaya çalışan; böyle zamanlarda isteklerini daha kolay kabul ettirebileceklerini sanarak daha da cesaretlenip pervasızlaşan bu kimselerin karakteri hakkında şu önemli hususları önemle vurgulamaktadır:

TAMAHKÂRLIK

TAMAHKÂRLIK, Arapça ama‘a kökünden gelir;

GÖZÜNÜ HIRS BÜRÜMEK, DOYMAK BİLMEMEK, HAKKI OLMAYANI İSTEMEK, BAŞKASININ ELİNDEKİNE AŞIRI RAĞBET ETMEK anlamına gelir.

Bu kavram sadece istemek değil;

  • HADDİNİ AŞARAK İSTEMEK,
  • BAŞKASININ ZOR DURUMUNU FIRSATA ÇEVİRMEK,
  • UTANMAYI ORTADAN KALDIRACAK DERECEDE TALEPKÂR OLMAK demektir.

Bu nedenle Kuran’da tamah, kalbi kirleten ve kişiyi iman ahlakından uzaklaştıran kötü huylardan biri olarak anlatılmıştır.

Çünkü tamahkâr insan;

  • KANAAT DUYGUSUNU KAYBETMİŞ,
  • HIRSININ ESİRİ OLMUŞ,
  • MENFAAT İÇİN HER SINIRI ÇIĞNEYEN

bir insan karakteridir.

Tamah’ın karşıtı ise KANAAT”tir.

Kanaatkâr insan her ne olursa olsun Allah’a güvenir, en zor şartlarda bile Allah’ın razı olacağı ahlaktan asla taviz vermez.

Tamahkâr insan ise, gözü dönmüş bir hırs ve açgözlülükle; ‘insanların hangi zaaflarını sömürerek, hangi zor şartlarından istifade ederek kendine nasıl çıkar sağlayabilir’, yalnızca bunun peşindedir.

TAMAHKÂRLARIN ARSIZLIĞI

İnsanların gerçek karakterleri, asıl olarak zorluk ve sıkıntı anlarında ortaya çıkar. İyi niyet, dürüstlük, adalet, merhamet gibi yüksek erdemler rahat zamanlarda herkes tarafından kolaylıkla gösterilebilir; ancak kişiyi tanıtan asıl ölçü, karşısındaki bir zorluk içindeyken takındığı tavırdır. Bu nedenle kimin gerçekten samimi, kimin art niyetli; kimin fedakâr, kimin çıkarcı olduğu; kimin Allah korkusuyla hareket ettiği, kimin ise nefsinin hırslarına yenildiği en çok da böyle zamanlarda anlaşılır.

Bu şartlarda, tamahkâr insanın karakteri de tam anlamıyla görünür hale gelir. Bu kimseler karşıdakinin zorda olmasını, onun için bir çaresizlik sanır; kendi menfaati için de bir fırsat gibi görür. Kuran ahlakından uzak yaşayan bu kimseler, bu şartlardan doyumsuzca istifade edebilmek ve dünyevi hırslarını gerçekleştirebilmek için tamah etmekten çekinmezler. Basit birkaç çıkar uğruna her türlü karaktersizliği sergileyebilir ve her şeyi göze alabilecek bir tavır içerisine girerler. Normal zamanda dillendirmeye çekinecekleri, cesaret edemeyecekleri menfaat isteklerini, karşı tarafın zayıf anını yakaladıklarını şündükleri anlarda rahatlıkla söylerler.

Sıradan dünya menfaatleri için, kişiyi çok küçük bir maddi değere dahi tenezzül ettirten bu tavır, çıkar hesapları içerisindeki bu insanlara bir uyanıklık gibi görünebilir. Ama tam aksine kişiyi akıl almaz derecede küçük düşüren, çok basit bir tavır ve bir ahlak zafiyetidir. Uyanıklık; vicdansızlık yapmak, art niyetle insanların zor şartlarda olmalarından istifade etmeye ve bundan çıkar sağlamaya çalışmak değil, her zaman her durumda Allah’ın beğeneceği davranışlarda kararlı olmak; asil ve vakarlı bir ahlak gösterebilmektir. Allah Kuran’da, dünya hayatına tamahkârlıkla bağlanmış insanların çarpık bakış açısına şöyle dikkat çekmektedir:

—KOVULMUŞ ŞEYTANDAN RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’A SIĞINIRIZ—

“Gerçek şu ki BUNLAR, ÇABUK GELİP GEÇENİ (DÜNYAYI) SEVERLER de; önlerinde bulunan çetin bir günü ise ihmal ederler (düşünmezler).” (İnsan Suresi, 27)

Tamahkârlık, Kuran’da bildirilen ahlak anlayışıyla; iyilikle, doğrulukla, insana verilmiş olan akıl ve vicdan ile hiçbir şekilde bağdaşmaz. Ancak tamah eden kişi vicdanını kullanmadığı ve onu doğruluktan yana çağırdığı sesini duymazdan geldiği için, hırsları aklını kapatır. Artık yalnızca açgözlülükle ve çıkar hesaplarıyla hareket etmeye başlar.

Zor Anları Çıkar Fırsatı Olarak Görmek

Oysa ki bu ‘zor anlarda saldırma refleksi’; akıl, vicdan sahibi insanlarda değil, hayvanlarda görülen bir özelliktir. Doğada bazı hayvanların, özellikle de sırtlanlar, çakallar veya akbabalar gibi yırtıcı türlerin gösterdiği bir davranış vardır:

Bir aslan sürüsü sağlıklı, güçlü ve birlik halinde olduğunda, hiçbir yırtıcı tür ona saldırma amacıyla yaklaşmaya cesaret edemez. Hepsi yalnızca uzaktan izlemekle yetinir. Çünkü güçlü olana saldırmak cesaret ister; hatta çoğu zaman akılsızlık olur. Bu yüzden güçlüden uzak durmak, hayvanlarda bir reflekstir.

Bunun gibi, zor şartlarda olduğunu veya zayıf düşğünü fark ettikleri bir türe saldırmak da bu yırtıcı hayvanlarda bir reflekstir. Örneğin bir sırtlan sürüsü, yalnız başına duran, hastalanmış veya yorgunluktan takati kesilmiş bir aslan gördüğünde bambaşka bir hale bürünür. Öncesinde yaklaşmaya çekinen o sürü, böyle bir imkan yakaladığında hemen cesaretlenir; fırsat kollayan ve saldırganlaşan bir tavra bürünür.

Elbette ki bir hayvan için herhangi bir ahlaki kaygı, insaf duygusu veya vicdani ölçü yoktur; çünkü hayvan hayatta kalma refleksiyle hareket eder. Bir başka hayvanın zor şartlar içinde olması veya zayıflığı, onun gözünde yalnızca açık bir “davetiye” gibidir. Örneğin sürüden ayrı olduğu için savunmasız durumda veya hasta olan bir aslanın önünde sadece ona yetecek kadar yemeği varsa, sırtlan açgözlülükle bu fırsatı hemen değerlendirir; hiç düşünmeden yiyeceği alıp kaçar.

İşte tamahkâr insan da aynı böyledir; karşı tarafın sıkıntısını bekler.
Güçlüye saygılı görünür ve çıkarlarına zarar gelmesin diye dikkatli davranır, gerçek karakterini gizler. Ama zorda olanı veya zayıfı kolay görüp cesaretlenir ve sömürmeye yeltenmekten çekinmez.

Elbette insan hayvandan farklıdır; ona akıl, vicdan adalet anlayışı, merhamet duygusu gibi yüksek manevi özellikler verilmiştir.

Ancak tamah etmek, bu değerlerin hepsini körelttiğinde, insanın davranışı adeta hayvani bir refleksi andırır hale bürünür.

Tamahkâr insanın davranışı, işte bu hayvani refleksi hatırlatan bir zaaf taşır. Güçlü olduğunu düşündüğünde karşısındaki kimselere saygılı, ölçülü, kendini sevdirmeye ve kabul ettirmeye çalışan sahte bir kişiliğe bürünür.

Dünyevi kıstaslara göre zayıf olduğunu düşündüğü bir an geldiğinde ise, çıkar elde etme ihtimalinden aldığı şeytani güç ile, ona sinsice ve art niyetle yaklaşır. Arsız, pervasız, açgözlü ve tehditkâr bir tavırla o kişiyi daha da kapana kıstırıp menfaat elde etmeye çalışır.

Tabi ki bu durum, tamah eden kimse için bir refleks değil ahlaki çöküşün bir sonucudur. Hayvanın saldırısı reflekstir. Çünkü hayvan akılsızdır ve sorumlu değildir. Ama insan akıl ve vicdan sahibidir. İnsanın tamah etmesi bilinçli bir tercih, vicdanın şuurlu olarak devre dışı bırakılmasıdır. Tamahkâr kişi yaptığı bu tercih ile, kısa vadeli küçük menfaatler uğruna, hem vicdanını hem ahiretini göz ardı etmiş olur.

TAMAHKÂR İNSAN

  • Karşısındaki güçlüyken dost görünür; çok makul ve dengeli davranır;
  • Ama zorluk içine girdiğini, yalnız olduğunu gördüğünde içindeki gizli hırs ortaya çıkar;
  • Normal şartlarda dile getiremeyeceği talepleri, bu ortamdan istifade ederek rahatça söyler;
  • Karşı tarafın yaşadığı sıkıntıları, kendi menfaatlerine ulaşmak için bir basamak haline getirmeye çalışır.

Oysa gerçekten samimi bir Müslümanda böyle bir tavır asla görülmez. Allah insana, her şartta en doğru olanı gösterecek bir akıl ve vicdan vermiştir. Kuran ahlakıyla ona adaletli, merhametli, nezaketli ve hakkaniyetli olmayı emretmiştir. Müslüman, bu egoist ve tamah eden insanlar gibi, çevresindeki inananların zor anını fırsat bilmek yerine, Allah’ın rızasına en uygun olan ahlakı göstererek; o anda elinden gelen desteğin en fazlasını sunmaya çalışır.

Allah Kuran’da tüm insanları, böyle üstün, asil ve fedakâr bir ahlaka davet etmiştir:

İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın.” (Maide Suresi, 2)

Peygamberimiz (sav) ise bir hadisinde, zorluk anlarında Müslümanları bir menfaat kapısı gibi görmek yerine, onun yardımına koşan ve sıkıntısını ortadan kaldırmak için gayret eden bir ahlakın makbuliyetini şöyle hatırlatmıştır:

“Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir.” (Muslim, Birr ve Sıla 58; Tirmizi, Birr 19; Ebu Davud, Edeb 60)

Dolayısıyla doğru olan:

  • Zorda olandan çıkar elde etmeye çalışmak değil, ona güç vermektir.
  • Darlığı kullanmak değil, sıkıntıyı hafifletmektir.
  • Kendi çıkarını büyütmek değil, kardeşinin yükünü azaltmaktır.

Müslümanın karakteri son derece asil ve vakarlıdır. Yaşamının asıl ve yegâne amacı Allah’ın rızasını kazanmaktır. Müminlerin her davranışlarına yansıyan bu ahlak, imanı gereği gibi yaşamayan kimselerin basit karakterlerinden tamamen uzaktır.

Samimi mümin, elindeki imkanlar çok az da olsa Allah’a güvenir, vakarından taviz vermez, kimseye tamah etmez; Kuran’da övülen yüksek ruhu taşır. Allah bir Kuran ayetinde Müslümanların bu asil ve yüksek ahlakını şöyle bildirmiştir:

(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İFFETLERİNDEN DOLAYI BİLMEYEN ONLARI ZENGİN SANIR. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. YÜZSÜZLÜK EDEREK İNSANLARDAN İSTEMEZLER. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Bakara Suresi, 273)

Peygamber Efendimiz (sav) de kanaatin değerini şöyle ifade etmiştir:

“Zenginlik, mal çokluğu değil GÖNÜL TOKLUĞUDUR. (Buhari, Rikak 15; Muslim, Zekât 120)

Bu hadis ile, hırsın insanı bitmeyen bir açgözlülüğe sürüklediğini; kanaatin ise kişiyi değerli kılan asıl erdem olduğu anlatılmıştır.

Tamahkârlığın çirkinliği aynı açıklıkla Tevrat’ta da belirtilmiştir:

“Komşunun evine, eşine ve malına TAMAH ETMEYECEKSİN (GÖZ DİKMEYECEKSİN).” (Çıkış, 20:17)

Bu kesin yasaklama, tamahın sadece bir ahlak bozukluğu değil, aynı zamanda toplumu bozan bir fitne olduğunu göstermektedir.

Nitekim aynı öğüt İncil’de de tekrar edilmiştir:

“Sonra onlara, “Dikkatli olun!” dedi.HER TÜRLÜ AÇGÖZLÜLÜKTEN SAKININ. (HIRS VE TAMAHKÂRLIĞA KARŞI DİKKATLİ OLUN); Çünkü insanın yaşamı, malının çokluğuna bağlı değildir.” (Luka 12:15)

Tüm bu açıklamalarla, tamah etmenin, insanın değerini eksilten, onu küçük düşüren ve nefsinin esiri haline getiren büyük bir manevi eksiklik olduğu insanlara anlatılmaktadır.

Gerçek Müslümanlar dünyanın hiçbir süsüne tamah etmez; Allah’ın rızası, İslamın menfaatleri; müminlerin rahatı, huzuru ve mutluluğu için gerektiğinde hiç düşünmeden kendi çıkarlarını hiçe sayarlar. İnsanlardan karşılık beklemeden, dünyanın hiçbir menfaatini hesaplamadan, yalnızca ahireti umarak hareket ederler. Müslümanların bu güzel ahlakı Kuran’da şöyle anlatılmıştır:

“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. KENDİLERİNDE BİR AÇIKLIK (İHTİYAÇ) OLSA BİLE, (KARDEŞLERİNİ) ÖZ NEFİSLERİNE TERCİH EDERLER…” (Haşr Suresi, 9)

Müslümanlar bu ahlak üzerine yaşar; dünya menfaatine tamah etmez, hiçbir çıkar hesabı yapmazlar, ama Allah dünyanın en güzel nimetlerini onların olduğu yere getirir. Zahiren en zorda, en darda ve sıkıntıda oldukları anlarda bile, Allah mümin kullarını sevgisiyle, rahmetiyle, ilgisiyle, merhametiyle sarıp kuşatır. Az bir imkanı bile, onlar için dünyanın en değerli, en lezzetli, en haz veren nimetine dönüştürür.

Allah, insanların bolluklar, imkanlar veya rahatlıklar içindeyken bile asla erişemedikleri manevi lezzet ve güzellikleri; zorluklar içinde oldukları halde, Allah’a güvenip kalplerini O’na verenlere nasip eder. Lütfuyla, dünyanın en güzel nimetlerini onların ayağına getirir. Nimetlere onlar için manevi lezzetler katar.

Peygamberimiz (sav), tamah eden kişi ile Allah’ın beğendiği asil ahlakta kararlılık gösteren insanların durumunu bir hadisinde şöyle anlatmaktadır:

Kim dünya hırsıyla hareket ederse ALLAH O KİMSENİN ALEYHİNE İŞİNİ DARMADAĞIN EDER; fakirliği iki gözünün arasına koyar (dünyalığı elde etmek uğrunda sıkıntılar çeker, ihtirası da dinmez) ve dünya (nimet ve malın)dan kendisi için yazılmış olan miktardan başka hiçbir şey ona gelmez.

Kimin niyeti ahiret olursa ALLAH ONUN İŞLERİNİ DÜZENLER, zenginliğini kalbine yerleştirir ve DÜNYA (NİMETLERİ VE DÜNYA MALI) DA ONA BOYUN EĞER.” (İbni Mace, Zühd; ayrıca benzer rivayet Taberani)

Peygamberimiz (sav) Dönemindeki Tamahkârlar

Tamahkârlık, yalnızca belli dönemlere özgü bir zaaf değildir; insan karakteri imtihan üzerine yaratıldığı için, tarih boyunca her toplumda zaman zaman bu ahlak bozukluğuna sahip kişiler ortaya çıkmıştır.

Aynı durum, Peygamberimiz (sav) döneminde de de bütün açıklığıyla görülmüştür. Müslümanların en zor zamanları, onların imanı ve kardeşlik dayanışmasıyla direndiği dönemler olmuş; fakat bu dönemler bazı samimiyetsiz kimseler tarafından fırsat olarak görülmüştür.

O günlerde Müslümanlar ağır şartlar altında büyük sıkıntılarla mücadele ediyordu. Savaşların süregeldiği, imkanların daraldığı, yiyeceğin, bineklerin, silahların bile zor bulunduğu bir ortamda Peygamberimiz (sav) elindeki kısıtlı imkanları ümmetin ayakta kalması; Müslümanların sağlığı, güvenliği, rahatı için harcıyordu.

Ancak böyle bir zamanda bile bazı kişiler, ihtiyaçlarından değil, Müslümanların zor durumda olduklarını bildikleri için ısrarla mal, para ve çeşitli imkanlar talep ediyorlardı. Bu talepleri reddedildiğinde ise açıkça söylemeseler bile, çeşitli bahanelerle BİZİM İSTEDİKLERİMİZİ VERMEZSEN SENİN YANINDA DURMAYIZ şeklinde bir tavır sergiliyorlardı.

DÖNEMİN FIRSATÇI TAMAHKÂR ARSIZLARI, DAHA FAZLA ÇIKAR ELDE EDEBİLMEK İÇİN PEYGAMBERİMİZ (SAV)’İ KÜFRÜN SAFINA GEÇMEKLE TEHDİT ETMEYE KALKIŞMIŞLARDIR

Peygamberimiz (sav)’in çevresindeki Müslümanların ağır bir muhasara, ciddi bir ekonomik abluka altında bulunduğu ve her türlü imkanın son derece kıt ve tükenmekte olduğu dönemlerde; bazı kimseler, bu zor şartları kendi menfaatleri için bir baskı ve tehdit aracına dönüştürmüşlerdi.

Bu kişiler, Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıyı çok iyi bilmelerine rağmen, ihtiyaçtan değil tamamen fırsatçılıktan kaynaklanan bir tamahkârlıkla bitmek bilmeyen isteklerde bulunuyorlardı.

Özellikle Mekke dönemindeki boykot yıllarında Müslümanların yiyecek dahi bulamadığı, en zor ve en darda kalınan anlarda, bu gibi samimiyetsiz kimseler Müslümanların sıkıntısını bir pazarlık aracı gibi kullanarak ısrarla mal, ganimet, para ve imkan talep ediyorlardı.

Bu taleplerin asıl amacı, o kıtlık döneminde hayati bir şey elde etmek değil;
“Daha çok verin ki sizden kopmayalım.” mantığıyla hareket ederek kendi menfaatlerini artırmaktı.

Dahası, talepleri karşılanmadığında, “Bizim istediklerimizi vermezsen yanında durmayız.” şeklindeki sözleriyle; görünüşte sadece “sana yardım etmeyiz” anlamında pasif kalmaktan bahseder gibi olsalar da, aslında bu ifadeleri açık bir tehdit niteliği taşımaktaydı.

Çünkü “yanında durmamak” demek, o günün şartlarında, EBU CEHİL’İN – EBU LEHEB’İN SAFINA GEÇMEK, ŞRİKLERİN TARAFINDA YER ALMAK anlamına geliyordu. Bu iki isim, o dönemde İslam’a düşmanlığıyla bilinen ve Müslümanlara baskı uygulayan önde gelen müşriklerdi.

Diğer yandan, bu tehdit sadece Mekke müşriklerine katılmayı değil; dönemin, Müslümanlara karşı mücadele eden iki büyük gücü olan Pers veya Roma ordularının safına geçmeyi bile içeren bir imâ taşımaktaydı.

Yani mesele sadece “destek vermemek” değil; KARŞI SAFA GEÇME TEHDİDİ İLE MÜSLÜMANLARI BASKI ALTINA ALMA girişimiydi.

Dolayısıyla bu kişiler, istedikleri çıkarları elde edemedikleri takdirde, yalnızca evlerine dönüp sessiz sakin kendi işleriyle ilgilenmekten bahsetmiyor, tam tersine “istediğimiz menfaatleri bize sağlamazsanız, size düşman olur, size karşı mücadele ederiz” mantığıyla hareket ediyorlardı.

Bu tavır, hem dönemin müşriklerinin zulmünü bilip hem de o zulmü Peygamberimiz (sav)’e karşı bir koz olarak kullanmak gibi, derin bir samimiyetsizliğin göstergesidir.

İşte bu tehditkâr tavırlarının verdiği cesaretle de, müminlerin zor durumda oluşunu kullanarak, normalde asla dile getiremeyecekleri talepleri arsızca ve çekinmeden ileri sürüyorlardı. Oysa ki eğer Müslümanlar o sırada güç, imkan ve bolluk içinde olsalardı, elbette bu samimiyetsiz kişiler Peygamberimiz (sav)’den böyle isteklerde bulunmaya cesaret edemezlerdi.

Yani tamahkârlıklarının cesareti, müminlerin zayıf olduğunu düşündükleri anlarda ortaya çıkıyor; güçlü olana karşı suskun ve saygılı, zayıf olduğunu düşündüklerine karşı ise tehditkâr ve menfaatçi bir tavır sergiliyorlardı.

Bu çarpık yaklaşım biçimi, tamahkârın samimiyetsiz yapısını en açık haliyle ortaya koymaktadır.

Allah bu samimiyetsiz insanların davranışına karşılık Peygamberimiz (sav)’e şöyle bildirmiştir:

“Eğer yüz çevirirlerse bil ki ALLAH SANA YETER. O seni yardımıyla ve müminlerle desteklemiştir.” (Enfal Suresi, 62)

Bu ayet, tamahkârların fırsatçı ve tehditkâr konuşmalarının hiçbir değer taşımadığını; MÜMİNİN GÜCÜNÜN ALLAH’IN DESTEĞİNDE OLDUĞUNU bildirir. Dolayısıyla TAMAHKÂRIN ARSIZLIĞI MÜMİNE ZARAR VERMEZ, aksine gösterdikleri sabır ve güzel ahlak iman edenlerin ecrini artırır.

Müslümanların sıkıntı yaşadığı dönemlerde, talepleri yerine getirilmezse arkalarını döneceklerini ima eden tavırlar sergileyen bu gibi insanlar, işte bu önemli ve değişmez gerçeğin gereği gibi farkında değildirler. Onların bu çabası Müslümanlara asla etki etmemektedir.

Ancak bunun yanı sıra, Peygamberimiz (sav) kimi zaman bu insanların tavrını karşılıksız bırakmaz, onların talep ettiklerini verirdi; fakat bunu onların tehditleri nedeniyle değil, mümin ahlakının bir özelliği olan cömertliği korumak için yapardı. Nitekim bir hadisinde konuyla ilgili şöyle buyurmuştur:

Hakîm b. Hizâm (ra) anlatıyor: “Resûlullah’tan (sav) (Huneyn ganimetlerinden) istedim, bana ondan verdi. Sonra yine istedim, yine bana verdi. Sonra tekrar istedim bu defa da verdi. Sonra şöyle buyurdu:

‘Ey Hakîm! Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala tamah etmeden gönül zenginliği ile sahip olursa kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamah dolu bir kalple bu malı isterse, tıpkı yiyip de doymayan kimse gibi, onun için malın bereketi kaçar. VEREN EL, ALAN ELDEN ÜSTÜNDÜR.’” (B1472 Buhârî, Zekât, 50)

Peygamberimiz (sav)’in bu sözleri hem tamahkâr bir ahlakın değersizliğini hem de müminin üstün ahlakını çok hikmetli şekilde özetlemektedir.

Tamah eden kimse ile gerçek müminin ahlakı birbirine tamamen zıttır: Biri zayıfı görünce saldırır, diğeri zayıfı görünce korur. Biri fırsat kollar, diğeri Allah rızasını gözetir. Biri sürekli bir şeyler almaya çalışır, diğeri ise her zaman Allah yolunda fedakârlık yapıp harcamaya gayret eder.

Doğru olan Kurani tavır, zorluk anlarını suiistimal etmeye çalışmak değil; o anlarda kardeşinin yanında durmak, yükü hafifletmek ve birlik ruhunu güçlendirmektir.

Mümin kendisine değil, Allah’a güvenir. Karşısındaki zorluktan çıkar bekleyen değil; zor zamanlarda dahi Allah yolunda elindeki imkanlarını seferber eden, merhamet gösteren, vicdanlı ve adaletli davranandır. Çünkü mümin bilir ki “Kim Allah için bir çaba harcarsa, Allah onun karşılığını ona mutlaka en güzeliyle verir.”

Günümüzdeki Tamahkâr Fırsatçılar

Geçmiş dönemlerde yaşanan örneklere benzer şekilde, günümüzde de dünyanın pek çok yerinde insanların zor durumundan faydalanmaya çalışan tamahkâr karakterli pek çok insan bulunmaktadır.

Örneğin deprem gibi afet zamanlarında insanların bir şişe suya, bir ekmeğe, bir battaniyeye dahi ne kadar muhtaç durumda olduğunu bilen bazı fırsatçı insanların, başka bir yerden temin edilemeyecek bu ürünlere birkaç kat fazla fiyat koymaları gibi. Bu tür insanlar karşılarındaki kişilerin çok zor şartlarda, zayıf düşmüş halde hayatta kalmaya çalıştığını bilirler; ama onların zorluklarını kendilerine kazanç kapısı yapmaktan çekinmezler.

Aynı şekilde buna benzer bir örnek de, hastanelerde acil durumda olan insanlardan vicdansızca gereksiz ücretler talep eden; bu insanların zor durumlarını fırsata çevirmeye çalışan bazı kimselerdir. “Nasıl olsa acil ameliyat gereken bir hastanın yakınları, ne istense mecburen kabul edecek durumdadırlar” diye düşünerek, bu insanların acziyetlerini, kendi menfaatleri için kullanmaya çalışırlar.

Bunlar gibi açgözlü ve fırsatçı insanların tamahkâr davranışlarına dair daha onlarca örnek vermek mümkündür. Zira tamahkârların arsızlığı tarih boyunca değişmemiş bir ahlak zafiyetidir.

Fakat unutulmamalıdır ki tamahkâr, başkasının zor anından kazanç sağladığını zannederken, aslında kendi haysiyetini kaybeder. Mümin ise Kuran ahlakında gösterdiği kararlılık ile her anında kazanır; çünkü Allah onun infakını, sabrını ve tevekkülünü berekete çevirir.

Ayrıca insan bu dünyada yalnızca geçici bir misafirdir. Dünyadaki her şey, tüm mal mülk ve imkanlar YALNIZCA ALLAH’A AİTTİR.

İnsan ölüm ile karşılaştığında, tamah ettiği ve biriktirdiği her şeyi dünyada bırakarak ahirete girecektir. Bu önemli gerçeği unutmamak, insanın bu ahlak bozukluğundan kurtulabilmesi için son derece önemlidir.

Peygamberimiz (sav), Tekasür Suresi’ni okurken bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

Ademoğlu ‘Malım malım!’ der. Ey Ademoğlu! Yediğin, giyip eskittiğin ve sadaka verip öne gönderdiğinden başkası senin malın mıdır?” (Müslim, Zühd 3–4)

Peygamberimiz (sav)’in bu anlatımı da yine göstermektedir ki, tamah edilerek elde edilen hiçbir şey aslında insanın değildir. Bu gerçek, insana tamahın nasıl boş ve aldatıcı bir arzu olduğunu göstermektedir.

İnsan, dünyada kendisine verilen imkanları yalnızca Allah yolunda kullandığı zaman kazançtadır.

Tamahkârlık, Sonu Gelmeyen Bir Açgözlülüktür

Tamahkâr insanın en belirgin özelliği, talep ettikçe doymaz hale gelmesidir. Karşısındaki kişi bir kez ona isteklerini verdiğinde, bunu kendisine yapılan bir iyilik ya da fedakârlık olarak değil, kendisi için “açılmış bir kapı” olarak görür. İstekleri karşılandıkça arsızlığı artar; aldığı her şey yeni bir isteğin başlangıcı olur. Böyle bir karakterde ne utanma duygusu kalır ne de bir sınır. Çünkü tamah, insanın kalbini adım adım karartan bencilce bir tutkudur.

Allah Kuran’da insanı, nefsindeki bu hırs ve açgözlülüğe karşı dikkatli olması için şöyle uyarmıştır:

İnsan, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür.” (Adiyât Suresi, 8)

Tamahkâr kişi, aldığı her şeyle güçlendiğini zanneder ama aslında içten içe çöküş yaşar. Çünkü başkasının zor anından menfaat elde etmeye çalışmak, insanı manevi açıdan da hüsrana sürükler. Allah’ın razı olacağı ahlakı terk edip, nefsinin, hırslarının, isteklerinin peşinden giden bir insan, giderek büyük bir ruh sıkıntısı ve azap yaşamaya başlar. Peygamberimiz (sav) bu çarpık anlayışın kişiyi sürüklediği tehlikeyi şöyle haber verir:

“Dünyaya tamah eden kimsenin fitnesi hiç bitmez.” (İbn Mace, Zühd 9)

Bu söz, tamahkârlık ruhunun, insanı bir girdap gibi içine çektiğini, yaptıklarıyla kendisine bir mutluluk değil sürekli huzursuzluk verdiğini açıklayan çok hikmetli bir uyarıdır.

Mümin ise tam tersi bir karakter taşır. Zor anda bile cömerttir, sabırlıdır, kendisi darda bile olsa ihtiyaç içindeki insanları kendi nefsinden daha önemli görür; infak etmeyi Allah’a yakınlaşmanın bir yolu olarak görür. Bu yüzden onun Allah yolunda harcadığı maddi manevi her çaba, kayıp değil kazanç olur. Allah Kuran’da şöyle buyurmaktadır:

“De ki: ‘Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine genişletip-yayar ve ona kısar da. HER NEYİ İNFAK EDERSENİZ, O (ALLAH), YERİNE BİR BAŞKASINI VERİR; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.’” (Sebe Suresi, 39)

Doğru olan Kurani tavır; nefsin hırslarını yenmek, zorluk anlarında bile merhameti önde tutmak, kardeşinin sıkıntısını fırsat değil fedakârlık zamanı olarak görmektir.

SONUÇ VE TALEP :

Tamahkârların arsızlığı, tarih boyunca değişmeyen ve her dönemde benzer şekilde tezahür eden bir karakter bozukluğudur. Ancak unutulmamalıdır ki; tamahkâr kişi başkasının zor anını kendi menfaati için bir fırsat zannetse de aslında ilk kaybettiği şey kendi sahip olduğu manevi güzelliklerdir.

Buna karşılık mümin ise, başkaları onun kaybettiğini düşündüğü anda bile daima kazanır; çünkü Allah onun çabasını, sabrını ve tevekkülünü berekete çevirir; hem dünyada hem ahirette ona sevgisini, rahmetini, lütfunu açar.

Kuran’da pek çok ayet ile anlatılan bu samimiyetsiz insan karakterine dair örnekler, tamahkârlığın ahireti açısından insanı ne kadar tehlikeli bir noktaya sürüklediğini açıkça göstermektedir.

Bu bağlamda, müvekkilin, tamahkârlığın manevi zararlarına dair değerlendirmelerini saygılarımızla Sayın Mahkemenizin takdirine sunarız.

26.11.2025

Adnan Oktar Müdafii

Av. Mert Zorlu

Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir